Türk edebiyatında oldukça nadide bir yere sahip olan Ahmet Haşim’in hayatına dair hangi bilgiye sahibiz. Türk Edebiyatına güzel eserler bırakan Ahmet Haşim’in bilinmeyenlerini sizler için derledik. İşte 12 yaşında öksüz kalan Ahmet Haşim’in hikâyesi…

Ahmet Haşim kimdir?

1884 yılında Bağdat’ta doğan Ahmet Haşim, Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey’in oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Dünyaya gözlerini açtığı yer olan Bağdat’ta çocukluğunu geçirmiş, ergenliğin ilk girişinde tam 12 yaşında annesini kaybetmiştir. Annesini kaybetmesinin ardından Bağdat’ı bırakarak babasıyla birlikte İstanbul’a yerleşmişler. Annesini kaybetmesinin ardından babasıyla birlikte İstanbul’a gelen Ahmet Haşim, Mektebe-i Sultani yani Galatasaray Lisesi’ni bitirmiştir. Galatasaray Lisesi’ni yatılı olarak okuyup bitiren Ahmet Haşim,  Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Tevfik Fikret’ten ders almıştır. Öğrencilik hayatı oldukça başarılı geçen Ahmet Haşim, 1907 yılında Galatasaray Lisesi’nden mezun olmuştur. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra, Reji İdaresi’nde çalışmaya başlamış ardından Hukuk Mektebinde öğretmenlik yapmış ve Fransızcasının iyi olması vesilesiyle, İzmir Sultani’nde Fransızca öğretmenliği görevinde bulunmuştur. 1. Dünya savaşının yaşandığı dönemlerde de milletini yalnız bırakmayarak, yedek subaylık görevini üstlenmiştir. Edebiyat hayatıyla ise, İkdam ve Akşam gazetelerinde köşe yazarlığı yaparak başlamıştır. Akabinde yaşadığı böbrek rahatsızlığı vesilesiyle yurt dışına çıkmış, tedavisi tamamlanmadan ülkesine geri dönmeyi tercih etmiştir. Annesini kaybetmesinin ardından İstanbul’da lise öğrenimine başlayan Ahmet Haşim aynı yıllarda şiirle tanışmıştır. Neredeyse tüm zamanını şiir okumak ve şiir yazmayla geçirmiş ve kendini şiir alanına vermiştir. Sembolizim akımına uygun eserler veren Ahmet Haşim, 4 Haziran 1933 yılında hayatını kaybetmiştir.

Ahmet Haşim’in şiirleri ve eserleri nelerdir?

Merdiven

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak

Sular sarardı yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta

Eğilmiş arza kanar muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı neden tunca benziyor mermer

Bu bir lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta

Bir Günün Sonunda Arzu

Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümayan,
Güller gibi… sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nalan;
Gün doğdu yazık arkalarında!
Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını ömrün eder ilân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler?
Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde sema kavs-i mutalsam!
Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

Karanfil

Yarin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil,
Gönlüm acısından bunu bildi!

Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler;
Gönlüm ona pervane kesildi.

Ağaç

Gün bitti. Agacta nes`e söndü.
Yaprak ates oldu, kus da yakut;
Yaprakla kusun pariltisindan
Havuzun suyu erguvana döndü

Orman

Su değil, mesimin havası akan
Duyduğun yaprağın, dalın sesidir
Suda yıldızların parıltısıdır
Bu karanlıkta bazı bazı çakan…

Mukaddime

Zannetme ki güldür, ne de lale,
Âteş doludur, tutma yanarsın,
Karşında şu gülgûn piyale…

İçmişti Fuzûlî bu alevden,
Düşmüştü bu iksîr ile mecnûn
Şi’rin sana anlattığı hâle…

Yanmakta bu sâgardan içenler,
Doldurmuş onunçün şeb-i aşkı,
Baştan başa efgân ile nâle…

Âteş doludur, tutma yanarsın,
Karşında şu gülgûn piyale…

O Belde

Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma’nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz…

O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu’le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine…

O belde
Hangi bir kıt’a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem… Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz…

Akşam Yine Toplandı Derinde

Canan gülüyor eski yerinde
Canan ki gündüzleri gelmez
Akşam görünür havuz üzerinde,

Mehtab, kemer taze belinde
Üstünde sema, gizli bir örtü
Yıldızlar, onun gülüdür elinde…

Parıltı

Ateş gibi bir nehr akıyordu
Ruhumla o ruhun arasından
Bahsetti derinden ona halim
Aşkın bu onulmaz yarasından.

Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan
Baktım ona sesizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi…

Bahçe

Bir Acem bahçesi, bir seccade
Dolduran havzı ateşten bade.
Ne kadar gamlı bu akşam vakti
Bakışın benzemiyor mutade.

Gök yeşil, yer sarı, mercan dallar
Dalmış üstündeki kuşlar yâda.
Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Bu sönen, gölgelenen dünyada.

Bir Yaz Gecesi Hatırası

İşveyle, fısıltıyla, gülüşle
Olmuş sebi sevda yine bihap
Oklar gibi saplanmada kalbe
Düştükçe semadan yere mehtap…

Buseyle kilitlenmiş ağızlar
Gözler neler eyler neler israp! …
Uçmakta bu ateşli havada
Vuslat demi bir kuş gibi bitap…

Gece

Titreyen ellerimle penceremi
Açtım âfak-ı leyle karşı… Yine
Gecenin gölgeden menâzırına
İmtizâc eylemiş nücûm-ı bahâr…

Sihr-i eb’ad içinde şimdi gümüş
Bir sehâb andıran miyâh uyumuş..
Kalb-i şeydâ-yı leyl olan rüzgâr
Esiyor gölgelerde velvelekâr…

Ah o bir aşk-ı bî-tenâhi mi
Geceden, tûde-i menâzırdan
Yükselen ra’şe-i hümâr ü buhâr?

Sanki hulyâ-yi vasla müstağrak
Şeb-i bir ıtr-ı hisle doldurarak
Dolaşan, titreşen kadınlardı…

Sanki bir savt-ı gâib ü mühtez
Kalbe bir aşk-ı bî-vefâ yetmez
“Seviniz, muttasıl sevin! ” derdi!

Sonbahar

Bir taraf bahce, bir tarafta dere
Gel uzan sevgilim benimle yere
Suyu yakuta döndüren bu hazan
Bizi gark eyliyor düsüncelere.

Bülbül

Bir gamlı hazânın seherinde,
Isrâra ne hâcet yine bülbül?

Bil, kalbimizin bahçelerinde,
Cân verdi senin söylediğin gül.

Savrulmada gül şimdi havada,
Gün doğmada bir başka ziyâda.

O Eski Hücreye Benzer Ki

Ziya-yı şemse kapanmış bütün deriçeleri
Bir öyle hücreye benzer ki ömrümün kederi.

Gubar-ı ye’s ü fena sinmiş orda elvana
Emel, heves bırakılmış sükut u nisyana.

Bütün hadayık-ı histen o toplanan ezhar
Uyur mekaabir-i minada bi-ümid-i bahar.

Bu penbe gül, bu gül ağır ağır erimiş
Üzerlerinde değiştikçe her mükedder kış.

Ocak harab ü tehi, lamba kimsesiz, a’ma
Bu samt-ı haste eder hüzn ü uzleti ima.

Soluk cidara asılmış, durur garik-i melal
O çehreler ki uyur gözlerinde eski hayal…

O eski hücreye benzer ki ömrümün kederi
Çekilmiş ufk-ı teselliye karşı perdeleri…

Karanlık

Aşkın bu karanlık gecesinde
Bülbül yine vahşi müterennim
Mecnûn’u terk etti mi Leylâ?
Vahşî sesi firkat sesi sandım.

Aşkın bu karanlık gecesinde,
Hicrânımı duydum, seni andım,
Firkatzede bülbül gibi yandım.

Havuz

Akşam Yine Toplandı Derinde

Canan gülüyor eski yerinde
Canan ki gündüzleri gelmez
Akşam görünür havuz üzerinde,

Mehtab kemer taze belinde
Üstünde sema gizli bir örtü
Yıldızlar onun guldür elinde…

Tahattur

Bir Acem bahçesi, bir seccâde,
Dolduran havzı ateşten bâde…
Ne kadar gamlı bu akşam vakti…
Bakışın benzemiyor mu’tade.

Gök yeşil, yer sarı, mercân dallar,
Dalmış üstündeki kuşlar yâda;
Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Bu sönen, gölgelenen dünyâda!

Süvari

Şu bakır zirvelerin ardından
Bir süvari geliyor kan rengi.
Başlıyor şimdi malül akşamda
Son ışıklarla bulutlar cengi.

Bir bakır tasta alev şimdi havuz
Suya saplandı kızıl mızraklar.
Açılıp kıvranarak göklerde
Uçuyor parçalanan bayraklar.

Öğle

Yeşil sularda, büyük inciden çiçekler açar
Gümüş böcekler okur aba bir neşide-i hab,
Durur sevahilin üstünde, biheves, bitab,
Güneş ziyasını içmiş benat-ı hab-ı serab.

Yarı Yol

Nasıl istersen öyle dinle, bakın,
Dalların zirvesindeyiz ancak,
Yarı yoldan ziyade yerden uzak.
Yarı yoldan ziyade maha yakın.

Şafakta

Dönsek mi bu aşkın şafağından,
Gitsek mi ekaalîm-i leyâle?
Bizden daha evvel erişenler,
Ağlar bugün, evvelki hayale…

Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek,
Düştüyse gönüller bu melâle?
Bir eldir ufuklardan uzanmış,
Zulmet bizi çekmekte visâle…

Seher

Ağaçların seheri zirvesinde titreşiyor
Tuyûr-ı fâniye-i âlem-i tahayyül ü hâb.
Semâyı kaplayacak, şimdi, gâzeler gibi nûr
Zavallılar kalacaklar esir-i ufk-ı türâb.

Ve onların gözü eyler nücûm-ı fecre itâb
Ve onların sesi eyler «nihayet»i işrâb…

Mehtabta Leylekler

Kenâr-ı âba dizilmiş, sükûn ile bekler
Füsûn-ı mâha dalan pür-hayâl leylekler…

Havâda bir gölü tanzir eder semâ bu gece
Onun böcekleri gûyâ nücûmdur yekser…

Neden bu âb-ı semâvîde avlananlar yok
Bu haşr-ı nûr-ı hüveynâtı hangi kuşlar yer?

Eder bu hikmete gûyâ ki vakf-ı rûh u nazar
Füsûn-ı mâha dalan pür-hayâl leylekler.

Gelmeden Evvel

Kalbim
Benim bir ormandı,
İsimsiz, asude,
Bir büyük orman;
Ve gölgelerinde revan
Olan hafi suların aks-i şevk-i müttaridi
Dağıtırken sükutu bihude,
Düşünürdüm ki, hangi gün, ne zaman,
Ne zaman
Girecektin o kalb-i mes’ude?

Etmeden zehr-bad-ı fasl-ı elem
Reng-i eşcar ü abı fersude,
Dolacak mıydı seslerin, bilmem
O tehi saye zar-ı mesdude?

Sanki hicrana bir teselliydi
Şeceristan-ı kalb içinde revan
Olan hafi suların musiki-i nevmidi.

Kari’e

Muzlim şeceristan arasında
Esrar ile yekpare münevver
Bir yoldur açılmış sana derdim.

Ka’ri bu kitabın gecesinde
Mehtabı seninçün yere serdim.

Şairsiz dünya

Şairdir şiiri anlatan
Şairdir seni tanıyan
Şairdir duyguları yaşayan
Şairdir size bakan

Akşamlarım

Her akşam üstü ufuklarda bir selâm ararım
Her akşam üstü uzak bir semâ-yi muzlimden.
Sükût ü zulmet olan bir muhît-i mü’limden
Doğar hayâtıma bir hicr-i dâimi sanırım.

Semâ, senin o zamân mâteminle, hüznünle
Deniz, senin o zaman hâtıranla mâlidir.
Havâda son nefesin ye’s-i rûhu hâkîdir,
Akar sular, dereler son nidâ-yi ye’sinle.

Emellerimde bu dem bir hubûb-ı târ uyanır.
Kederlerimde büyük bir sükût-ı zıll u havâ,
Başım elimde, uzaklarda ihtizâr-ı mesâ,
Dumanlı, gölgeli bir sâha-î hayâli uzanır.

Hayâl ü hissimi reng-i muhite benzeterek
Zevâl-i ömrümü seyreyliyor sanır nazarım.
Erir bu dem kalır ufkumda bî-ziyâ bir renk
Hakayıkım, elemim, zulmetim, düşüncelerim.

Şemîm-i valsını bir nağme, bir havâ, bir zıl,
Bu dem muhit-i hayâlâta anlatır bir bir.
Bu dem, bu dem senin, ey rûh-ı gâib ü zâil
Cunûn-ı ekşimi tenvime geldiğin demdir.

Buhâr-ı şâm ile dağlar, denizler, ormanlar
Gurub eder gibi bir başka cevf-i esrâra,
Uzak ufukların üstünde mest ü âvâre
Sükût-ı firkati ervâha Zühre nakleyler.

Başım elimde, sorar gözlerim ufuklardan
Şemîm-i vaslını bir nefha, bir havâ senden;
Bakıp ufûlüne her şâm-ı mü’limin sanırım
Doğar sükut ile akşamlarım mezârından…

AKŞAMLARIM

Her akşam üstü ufuklarda bir selâm ararım
Her akşam üstü uzak bir karanlık gökten.
Sessizlik ve karanlık olan bir üzücü çevreden,
Doğar hayatıma bir sürekli ayrılık sanarım.

Gökyüzü, senin o zaman yasınla, üzüntünle
Deniz, senin o zaman anınla doludur.
Havada son nefesin ruh sıkıntısını anlatır,
Akar sular, dereler son karamsar seslenişinle.

İsteklerimde bu sıra bir karanlık tohum uyanır.
Acılarımda büyük bir gölge ve hava sessizliği,
Başım elimde, uzaklarda akşamın can çekişmesi,
Dumanlı, gölgeli bir hayal alanı uzanır.

Hayal ve duygumu çevrenin rengine benzeterek
Ömrümün sona erişini gözlüyor sanır bakışım.
Erir o zaman kalır ufkumda ışıksız bir renk
Gerçeklerim, üzüntüm, karanlığım, düşüncelerim.

Kavuşmanın güzel kokusunu bir ezgi, bir hava, bir gölge,
Bu sıra hayallerin çevresine anlatır bir bir.
Bu sıra, bu sıra senin, ey yiten ve yok olan ruh
Gözyaşlarımın çığlığını uyutmaya geldiğin andır.

Akşamın buharı ile dağlar, denizler, ormanlar
Batar gibi bir başka sır boşluğuna
Uzak ufukların üstünde sarhoş ve başıboş
Ayrılığın sessizliğini ruhlara Çobanyıldızı taşır.

Başım elimde, sorar gözlerim ufuklardan
Kavuşmanın kokusunu bir esinti, bir hava senden;
Bakıp gidişine her üzücü akşamın sanırım
Doğar sessizlik ile akşamlarım mezarından…

Hayali Aşkım

Münfail bir sema-yı giryanın
Zerdî-yi iğbirarı altında
Münkeşif bir hazan-ı nâlânın
Gird-bâdî-yi gam-nisârında

Soluvermiş, peride-reng-i bahar,
Mesti-yi inkisar içinde nihan
Bir çiçek gördüğüm zaman güzelim!
Ufk-ı uryân-ı ömr-i tarımda,

Bir sehâb-î nihan içinde iyân,
Sarı bir çehre… Ah o dem görürüm
Sarı bir çehre, bir hayal-i besim,

Oh, ey yâr-ı bî-vefâ! Bilmem,
Bu soluk renkli, münkesir, ebkem

Bu hayali tanır mısın acebâ?
Dest-i bî-rahm-ı lehv ü lû’bunla
Kırdığın, sonra attığın, ey mâh!
O, benim aşkımın hayalidir âh!

Başım

“Yakup Kadri’ye”

Bî-haber gövdeme gelmiş konmuş,
Müteheyyiç, mütekallis bir baş;
Ayırır sanki bu baştan etimi
Ömr-i ehrâma muâdil bir yaş! ..

Ürkerim kendi hayâlâtımdan,
Sanki kandır şakağımdan akıyor;
Bir kızıl çehrede âteş gözler
Bana güya ki içimden bakıyor.

Bu cehennemde yetişmiş kafaya
Kanlı bir lokmadır ancak mihenim,
Ah ya Rabbî, nasıl birleşti
Bu çetin başla bu suçsuz bedenim?

Dişi, tırnakları geçmiş tenime
Gövdem üstünde duran ifrîtin;
Bir küçük lâhza-i ârâma feda
Bütün âlâyîşn nam ü sıytin! ..

Zulmet

Ey sen
Ki şimdi şüpheli bir şekl-i pür-hayâl oldun
Bu semâ-yı mesânın altında!
Gecenin mevti ufku bağlamadan
Susmadan her teneffüs-i zinde.

Ey sen
Ki sönmemiş zer-i zülfünde son ziyâ-yı nehâr,
Bu genç elinle bu yorgun cebîn-i lâlimi sar,
Ve sonra git. Bana bî-va’d olan bu yollar hep
Adımlarınçün açılmış pür-incilâ vü zeheb…

Bırak leyâle bu cism-i garîb ü merdûdu,
Dizim eğildi; soğuk bir deniz gibi zulmet
Ağır ağır boğuyor bende ömr-i bî-sûdu.

Diken ve taşları üstünde bir çetin râhın
Dağıldı nesc-i harîr-i ümîd-i mahrûmum
Ve mutlaka gelecek gölgelerle şimdi ölüm…

Lâkin sen
Ki gözlerinde güler nûru bir gümüş mâhın
Eğilme, git
Ve eyle gölgede pâ-yı şebâbını tesbît…

Beni bir tûde eyleyen zulmet
Sana hüsn-i hayâli nakşedecek:
Oldu çeşmin nücûm ile mâlî,
Onların iştiâl-i seyyâli
Seni gûyâ karanlık üstünde
Etti bir heykel-i ziyâ gibi hâk.

Sen git
Ve eyle da’vet-i iklîm-i rûhuna rağbet.

Bu yol, bu yol, bu derin yol ki dâimâ mümted
Bu yol uzun ve benim dizlerim eğildi; gözüm
Kapandı. Da’vet-i yeldâla titriyor rûhum;
Bırak ve git, beni mevt-i leyâle tevdî et.

Büyük, derin ve soğuk bir deniz gibi zulmet
Etti eşkâl-i arzı bî-hareket,
Ve döktü rûhuma rü’yâya benzeyen bir mevt
Büyük, derin ve soğuk bir deniz gibi zulmet:

Lâkin sen
Dudakların yine pür-hande, gözlerin pür-zer
Saçın nücûm ile meşbû’ u müştail, yine ter
Bırakma rûhunu düşsün bu öldüren hisse,
Ve git
Ve eyle gölgede pây-ı ümîdini tesbît…

O belde-i zer ü hülyâda bekleyen gözler
“Nerde? ” derlerse,
“Ne oldu, nerde o? ” derlerse, âh o gözler eğer,
Miyâh-ı sâyede mevt-i fecî’imi anlat.

Geldin

Bir gün
Akşamın ölgün
Duran o namütenahi ziya denizlerine

Gark olan eşcar,
Gark olan ovalar
Oluyorken sükut ü hüzne makar
Geldin alam-ı kalbi teskine

İLGİLİ MAKALE  Abdurrahim Karakoç şiirleri

Ey şebabın hayal-ı cavidi,
O melul akşamın havası kadar
Gelişin bir sükun-ı saridi…

Kadın Nedir, Çiçek Nedir?

Kadın nedir? .. O münevver menekşedir ki uçar,
Samîm-i hüsn-ı bahârında hande-i âfaak,
Çiçek nedir? .. O da bir aşk-ı mütebessimdir ki
Şemîm-i rûh-ı behîminde bir kadınlık var! ..

Çiçek meâl-i ebedden terekküb etmiş ise,
Kadın hayâl-i ezelden temessül etmiştir.
Bu mâh ü mihre mutâbık bir teşâbühtür;
O, rûh-ı rikkate âit, bu kalbe ait ise…

Kadın, semâ; o da bir nuhbe-î tesellîdir,
Kadın, çiçek, o da bir hande-î nihânidir;
Bu iki rûh-ı nefîsin meâli sevdâdır! ..

Bu cân-rübâ, bu iki Zühre, böyle hem-dil iken,
Sezâ mıdır ki demek aşka, sen çiçeksin, sen;
Sezâ mıdır ki demek her şeye kadınlıktır? ..

Gece Yarısı

Ve ansızın suya etmekle mâh-ı dûr sukut
Miyâh-ı rûhumu andırdı safha-yı tâlâb:
O rûh içinde muzî bir garip nilüfer
Bütün elemlerin üstünde müncelî ter ü tâb…

Kış

Yine kış,
Yine şems-i mesâda, ah o bakış,
Yine yollarda serseri dolaşan
Aşiyansız tuyûr-ı pür-nâliş…

Tehi kalan ovalar
Sükût eder sanılır mevsimin gumûmuyla
Harab olan sarı yollarda kalmamış ne gelen,
Ne giden,
Şimdi yalnız kavâfil-i evrâk
Mütemâdi sürüklenir bir uzak
Ufk-ı pür-ıztırâb u nevmide.

Yine kış, yine kış,
Bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış…

Şeb-î Nîsân

Mahmûr, muzî, mâ-ı, derin bir şeb-i nîsân
Olmuştu nücûmiyle miyâh-î dile rîzân
Dallardan uçan ıtr-ı bahâr-î mütefekkir
Dökmüştü o solgun şebe hulyâ, emel ü Şi’r.
Sesler, gülüşür sâyede, sevdâ ile bî-hûş,
Bâd anları eylerdi nevâzişle der-âğuş.
Bir cism-i perestîdeyi kalb üstüne sarmak
Hırsîyle başım sıtmalı, gözler kuru, parlak,
Eller asabî, hıçkırarak sâhile indim,
Karşımda deniz… Göklerin altında gezindim.

Ey sen ki uzaktan mütebessim, heves-âmûz
Olmuş şeb-i ömrümde nigâhın bana merkûz,
Leyl işte, sükût işte… Yed-i sâhir[10]-i nîsân,
Dökmüş suya ezhâr-ı ziyâ, dillere nîrân;
Olmuş denizin rûhu semâlarda hem- âğuş,
Bin bûseyi tanzîr ile encüm suya dolmuş;
Eşcâr ü havâ gölgede sessiz sarışır, gel!
Gel, yalnızım ey, beklenilen hüsn-i muhayyel!

Ey çeşm-i siyah, ey dağınık zülf-i şeb-engîz,
Ey leb ki eder âteşi her cinneti tecvîz,
Ey sîne ki âlâmımı tenvîm edeceksin,
Ey rûh-ı heves, rûh-ı ziyâ, rûh-ı mehâsin
Gelsen ve bu hicrânı, bu âlâmı bitirsen,
Sen anlayacaksın beni ey rûh-ı ziyâ sen! ..

Kendimle bütün bunları tekrâr ediyordum,
Doğmuştu kamer, şimdi uzaklardaki mağmûm
Dağlardan açık ra’şeler elvâha dağılmış,
Sarmış dil-i eşyâyı heves, bûsiş ü hâhiş.
Hep çift idi karşımda: Kamer, encüm ü eşcâr,
Bendim yalnız ordaki bî-hemser ü bîdâr;
Durgun suya baktım ve dedim: Ah ölebilsem,
Mâdâm ki yok ağlayacak mevtime kimsem! ..

Ruhum

Hicrân-ı muhîtât solmuş, sarı, çıplak,
Râkid, ölü bir havza düşen bir kuru yaprak

Sessizce nasıl izler açar, sîne-i mâda,
Ey tûde-i nûr-ı elem, ey çehre-i sâde,

Bir göl gibi durgun uyuyan rûhuma nûrun
Aktıkça o sâkin suda her lem’a-i dûrun

Bir çîn-i felâket gibi ra’şeyle genişler…
Ey eski kamer, ey ezelî rûh-ı münevver,

Sen şimdi bu tüllerle muhîtâtı sararken,
Nûrunda tesellî bütün âlâma koşarken,

Yalnız bu derin gölde senin açtığın izler,
Bir gizli gamın şehka-ı seyyâlini gizler…

Bir göl ki semâsında ne âhenk, ne de sâye
Vermez o büyük uzlete bir hadd ü nihâye;

Gençlik ve emel hüzn-i civârında dikendir,
Üstünde esen nefhada bir girye nihendir.

Tülden ve buluttan ve bütün sîm ü semenden,
Bir hâb-ı serâbî dökülürken yere senden,

Sen her suda bir başka güzellikle doğarsın,
Sen her suda bir başka ziyâ, başka kamersin;

Ormanların âğûş-ı sükûtundan akan âb,
Senden alır âhengine bir girye-i bî-tâb;

Göller ki öper hüsnünü yalnız leb-i sâye
Feyzinle dalar hâb-ı şeb-âvîz-i semâye;

Sevdâlara bir cennet olan sâyeli göller,
Altında senin hüsn-i esâtîr ile titrer…

Rûhumda, fakat, her dökülen katre-i nûrun,
Yalnız bir ölüm, bir ebedî mâtem-i dûrun,

Nîlüfer-i giryânını, ey mâh-ı münevver,
Ezhâr-ı leyâlî gibi rü’yâ ile besler…

Yollar

Bir lamba hüzniyle
Kısıldı altın ufuklarda akşamın güneşi;
Söndü göllerde aks-i girye-veşi
Gecenin âvdet-i sükûniyle..

Yollar
Ki gider kimsesiz, tehî, ebedi,
Yollar
Hep birer hatt-ı pür sûkt oldu
Akşamın sine-i gubârında.
Onlar
Hangi bir belde-i hayâle gider,
Böyle sessiz ve kimsesiz şimdi?

Meftûr
Ve muhteriz yine bir
nefha-i hayâl esiyor;
Bu nefha dalları bîtâb ü bîmecâl uyutur.
Sonra eyler giyâhı nâlende,
Sonra âgûş-ı ufk içinde ölür…

Ey kalb!
Seni öldürmesin bir sâye-i şeb,
İşte bir dest-i sâhir ü mahfî
Sana nûr-ı nücûmu indirdi.

Kuruldu işte, mesâfât içinde, lâl-i mesâ
Bütün meâbid-i hiss ü meâbid-i hülyâ
Bütün meâbid-i meçhule-i ümîd-i beşer…

Gurûb içinde bir eşkâl-i bîhudud-ı zeheb
Zücâc-ı san’at ü fikretle yükselirler hep;
Büyük denizlere benzer eteklerinde sükût,
Sükût-ı nâ-mütenâhi, sükût-ı na-mahdût,
Sükût-ı afv u emel.

Bir el
Derîçelerde bir altın ziyâ yakıp indi.
Aktı âb-ı sükûta yıldızlar
Bütün sular zehebî lerzelerle işlendi.

Tâ öteden,
Şimdi zer gözleriyle tâ öteden,
Gam-ı ervâhı vecde da’vet eder
Bütün meâbid-i meçhule-i ümîd-i beşer.
Bütün meâbid-i vecdin soluk ilaheleri
Birer birer iniyor gözlerinde rüyalar;
Dudaklarında ziyâdâr ve muhteriz titrer
Akşamın buse-i huzû-eseri.

Soluk ve gölgeli simalarında reng-i mesâ
Nakşeder bir teheyyüc-i rüyâ:
Biri yorgun semâ-yı lâle bakar,
Biri bir gölge meşy ü gâşyile
Miyâh-ı râkide-i samt ü hâb içinde akar;
Biri bir erganûn-ı eb’âdı
Dinliyor gölgelerde ser-be-zemin,
Biri altın gözüyle, güyâ ki,
Sana ey kalb-i mübhem ü bâkî
“Gel! ” diyor.
Lakin
İniyor
İşte leylin zalâm-ı bîdâdı…

Yollar
Ah ey kimsesiz giden yollar,
Yolların ey sükût-ı hüzn-eseri,
Bugünün inmeden şeb-i kederi,
Meâbid-i emel ü histe sönmeden bu ziyâ,
Ölmeden onların ilaheleri,
Ah gitmez mi, kimsesiz, sessiz
Yollar,
Ah gitmez mi hatt-ı sâkitiniz,
Şimdi zer gözleriyle, tâ öteden
Tâ öteden
Gam-ı ervâhı vecde da’vet eden
Uzak meâbid-i pür-nûr-ı vecd ü rüyâya
Ki câ-be-câ kapıyor bâb-ı vâ’dini sâye…

Sensiz

Annemle karanlık geceler ba’zı çıkardık;
Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanlık
Sessiz uzatır tâ ebediyetlere kollar…
Gûyâ o zaman, bildiğimiz yerdeki yollar
Birden silinir, korkulu bir hisle adımlar,
Tenhâ gecenin vehm-i muhâlâtını dinler…
Yüksekte semâ haşr-i kevâkible dağılmış,
Yoktur o sükûtunda ne rü’yâ, nevâziş;
Bir sâ’ir[4]-i mechûl-i leyâlî gibi rüzgâr,
Hep sisli temâsiyle yanan hislere çarpar.

Göklerde ararken o kadın çehreni, ey mah!
Bilsen o çocuk, bilsen o mahlûk-ı ziyâ-hâh,
Zulmette neler hissederek korku duyardı:
Gûyâ ki hafî bir nefesin nefha-i serdi,
Rûhanda bu ferdâ-yi siyeh-rengi fısıldar,
Sâkin geceler şefkat olan encüm-i bîdâr,
Titrer o karanlıkların evc-î kederinde,
Hüsrân ü tehâssür gibi mâtem nazarında;
Gûyâ ki o dargın geceler rûhu boğardı:
Her şey bizi bir korkulu rüý âla sarardı:
Zulmet ki müebbed, mütehâcim, mütemâdi:
Eşkâle verir ayrı birer şekl-î münâdi,
Dallar kuru eller gibi mebhût ü duâkâr,
Zânû-zede dullar gibi hep tûde-i eşcâr…
Çılgın dolaşan bâd-ı leyâlî ki serâîr,
Pîş ü pey-i seyrinde koşar muzlim ü dâir
En sonda nigâh-î ebediyet gibi titrer,
Tâ ufka asılmış sarı bir lem’a-i muğber…
Bir kafile-î rûh-ı kevâkib gibi mâhmur,
Zulmette çizer Dicle uzun bir reh-i pür-nur
Ondan yalnız rûha gelir bir gam-ı mûnis;
Yalnız o, karanlıklara rağmen yine pür-his,
Yalnız… Bu kamersiz gecenin zîr-i perinde,
Bir feyz-i ziyâ haşrederek âb-ı zerinde,

Bir kafile-î rûh-ı kevâkib gibi mâhmur,
Zulmette çizer Dicle uzun bir reh-i pür-nur
Dinlerdik uzun şi’rini ben lâl, o hayâlî,
Lâkin ne kadar hüzn ile tev’emdi meâli,
Gûyâ, o zaman, nûrunu ey mâh-ı mükedder
Eylerdi semâ lü’lü’-i hüzniyle telâfî:
Yıldızları göklerden alıp bir yed-i mahfî,
Bir bir o donuk gözlerin a’mâkına îsâr
Eylerdi ve zulmette koşarken yine rüzgâr,
Rûhumda benim korku, ölüm, leyle-i târîk,
Çeşminde onun aks-i kevâkible dönerdik.

Hazân

Ey eski kamer, sen bizi elbette bilirsin!
Annemdi o nûrunda gezen zıll-ı mehâsin,
Bendim o çucuk, bendim o simâ-yi tahayyür,
Bir gün ki hâzan ufka kızıl dalgalı bir nûr,
Bir kanlı ziyâ haşrediyorken, onu bir yed,
Bir bâd-ı haşîn aldı o rü’yâyı müebbed.
On beş sene evvelki hakîkat hep o gündür,
Ruhumda bugün zulmet-i pür-girye onundur.
On beş senedir, ufka güneş kanlı düşerken;
Tenha ovadan, boş dereden, akşamın erken,
Hüznîyle susan meşcerelerden gam-ı eylül,
Bir gölge yaparken, onu bir savt-ı tegaafül
Hasretle sorar kalbimi imlâ eden âha,
Yerlerde yatan sisli, donuk hüsn-i tebâha.

Avâre felâket gülü, altın kırizantem,
Her tarh-ı hazân üstüne dökmüş yine mâtem,
Durgun sular üstünde perîşân ü mükedder
Faslın dağınık rûhu bulut, sis gibi titrer;
Yorgun, sarı yapraklar uçar bir kuru daldan,
Bir hasta güneş ufka döker sâye-i ma’den;
En sonra semâlarda da ey eski kamer, sen
Hüznünle yaparken acı bir levha-i şîven,
Çöllerde kalan bir küçücük makber-i bî-kes,
Yollar bu muhitâta kesik, şehkalı bir ses!

Hilâl-i Semen

Daha pek yavru, pek küçükken ben,
Büyük annem tutardı alnımdan.
“- Bana bak, böyle dilberim” derdi.
Sonra mâh-ı nev-incilâya bakar,
Leb-i mağmûmunu bir bükâ saklar,
Bir hitâb-î semâyi dinlerdi.
Ey hayatımda her doğan derdi
Kalbeden bir ziyâ-yi hissîye,
Bu duâsiydi eski bir rûhun
Sis ve zulmette gizli âtiyye.
Leyle-î gayb, sırr-ı müstakbel,
Çeşm-i sâfında hasta bir çocuğun
Gizli fecrin ziyâlarından emel,
Bir tesellî-î mihribân alacak,
O harâbât-ı târ ü sâkitiye
Doğacak belki bir ziyâ-yı şafak.
Böyle her nev-hilâli seyretti,
O soluk göz ki şimdi topraktan
Seyreder başka bir hilâl-i semen,
Ben ki efsâne-î tahayyülden
Hep hayatımda bir emel taşıdım
O solan şi’r-i sâf ü mağmumumu
Hep o mazîyle duymak isterdim,
Gözünün samt-ı pür-füsûnunda.
Gel bu şâmın gümüş sükûtunda
Bu sadeften hilâle karşı senin
Bir yeşil bûse saklayan gözünün
Göreyim cennetinde âtimi.

Müthiş Bir Böcek

Gece uykusunun en derin yerinde, keskin bir ısırışla fırladım. Elektrik düğmesini çevirdim. Karnı patlayacak kadar taze kanla dolu bir tahtakurusu, odayı bir anda dolduran göz kamaştırıcı ışık içinde, ne yapacağını, nereye gideceğini, nasıl saklana- cağını bilemeyerek, sırtında koca yükle yakalanmış bir hırsız telaşıyla, beyaz örtülerin kıvrımları arasından aptal aptal kaçıyordu.

Küçük böceğe dokunmadım ve çetin talihi, müthiş cesareti hakkında hayretle düşünceye daldım:

Hiç şüphe yok ki, arslan bile, bu bir kahve damlası kadar küçük hayvandan daha fazla cesur değildir. Tırnakları hançerlerden daha kesici, dişleri en müthiş kılıçlardan daha delici, sesi gök gürlemeleri gibi hava tabakalarını dalgalandıran, kuyruğunun her vuruşu yerleri sarsan koca arslan için, boş çöllerde ince ayaklı ceylanlar ve güçsüz öküzler boğazlamak bir iş mi?

Her hayvanın avı, kendisinden daha küçük daha korunmasız bir yaratık iken, tahtakurusunun gıdası, kendisinden bir milyon kez büyük, güçlü olan insanın derisi altındadır. Ne ağlanacak talih!

Uzanmış yatan bir adam, bir tahtakurusu için nedir? Her halde Himalaya dağları gibi korkunç bir girinti ve çıkıntı dünyası. Her kımıldanışında bin tahtakurusunu ezip patlatacak güçte olan bu korkunç avın burnu ucundaki tatlı kan damlasını emmek için küçük böceğin silahı nedir? Ezilirken parmağa bulaştırdığı yalnız bir iğrendirici küçük koku! Ne müthiş cesaret!

Nehir Üzerinde

Akşam… Sarı bir hasta semâ… Bir gam-ı mechûl…
Sisler gibi tutmuş yine sahilleri eylûl,
Bir hüzn-i müzehheb gibi durgun yine Dicle,
Sessizliği olmuş yine rü’yâlara hacle.

Faslın yeni lerzişleri her sâyede mahsûs,
Gûyâ ki uyur kalb-i tabiatta bir “efsus! ”
Her şey o kadar gamlı, soluk, mübhem ü bî-fer,
Gûyâ ki ölür hüzn-i sevâhilde perîler…

Çıkmıştık o gün Dicle’ye, sessizce kürekler
Nehrin zehebî sîne-i emyâhını yırtar,
Ağlardı o altın suyun üstünde bir âhenk,
Serperdi o bî-kes sese akşam sarı bir renk,
Gûyâ ki o gün Dicle’nin üstündeki mâtem,
Âfaaka sürükler sarı güller, kırizantem…

Solmuştu onun hüzn ile simâ-yi berîni,
Bir ince tül altında duran zülf-i zerîni;

Akşamları enfâsına düşmüş uçuşurken
Sarmıştı o sâkin yüzü bir gölge semâdan
Dalmıştı o gözler ebediyetlere… Yorgun,
Yorgundu o gözlerle bakan rûh-ı melûlün;
Akşam gibi a’sabı geren reng-i garibi…

Gûyâ ki kamer! .. Sendin onun rûh-ı necîbi,
Sendin ki eden hüznünü mehtâba müşâbih;
Her şey o nazarlarda semâlarla müşâfih,
Her şey sana bir parça yakın, sâf, ebedîdi,
Sâhilde ezân seslerinin aks-i medîdi,
Bî-tâb uzanırken dönüyorduk… Yine sâkin
Mübhem, sarı yıldızları bir leyl-î hazânın,
Tenhâ sular üstendi açıp titreşiyorken,
Artık daha vâzıhtın o gözlerde kamer, sen!

Ey sen, ey onun ru ve ey mâtem-i seyyâl,
Ey şimdi bakan hüznüme, âh ey kamer-i lâl!

Hasta İken

Bir gün yine biçâre kadın hasta uzanmış
Tüllerde…
Uzaklıkları bir sâye-i müthiş
Bir dul gibi örterdi dumanlarla, elemle,
Hep gölge adımlar bir âheng-i ademle
Vâdileri kaplardı serâpa gece sessiz.
Eb’âdı boğan reng-i tehassüs gibi bir sis,
Bir lerziş-i sâkinle günün na’şını örter…

Titrek, karışık, hasta, hayâlî, sarı gözler
Yerlerde açılmıştı; semâlar ölü, durgun,
Olmuştu bütün hâb ü hâyâlât ile meskûn.
Bir vâlide, bir zevc-i mükedder, sonu mübhem
Bir ince çocuk çehresi, ben muzlim ü ebkem
Bi-his uzanan hastayı durmuş düşünürken
Akşam mütemâdi dolarak pencerelerden
Vermişti o sâkin odanın hüznüne bir renk,
Bir reng-i küdûret ki eder bizleri dil-tenk.

Zulmet o kadar doldu ki âfaak silindi
Elvâha, mesâfâta, yere gölgeler indi.
Solmuştu o gölgeyle o sâkit ser-i müşfik,
Tüllerde yatan hastayı sarmıştı karanlık;
Gözler, ölü gözler gibi bî-lem’a ü hâlî,
Olmuştu bütün mevt-i mûhîtat ile mâlî…
Lâkin o zaman doğdu senin çehre-i lâlin,
Ey mâh ki tüllerde yatan rûh-ı melâlin,
Bir hemser-i ulvî-i semâvîsi idin sen,
Bir safha-i rü’yâ gibi bî-renk idi çehren!
Yükseldin ufuklarda ağır, mübhem ü mahmûr;
Zulmette ipek, ince dumanlar gibi bir nûr,
Âfa’aka yayarken mütedmâdi sarı bir fer,
Birden o donuk gözlerle dolmuştu kamerler…

Hâtime

Lâkin yetişir ey kamer, ey hüzn-i leyâlî
Ruhum o kadar oldu ki mehtâb ile mâlî,
Artık yetişir cûşiş-i pür-nûr-ı hayalin…
Yorgun bu dumanlarda duran leyl-i mehâsin,
Enhâr-ı sükût, ufku saran sâye-i rü’yâ;
Her hiss-i hafî, şübheli bir gölgede gûyâ
Muğşı yatıran lems-i sükût-ı ebediyet,
Sevdâya emel, rûha ziyâ, gözlere minnet
Bahşeyleyerek şimdi bu sesizce esen bâd,

Bir fâcia-î hisse bütün oldu mübeddel:
Gûyâ ki kamer şimdi uzattın bana bir el,
Bir el ki onun dest-i şifâ bahşine benzer;
Onlar gibi sâkit, o dudaklar gibi bî-fer,
Çehrende gülen bir mütefekkir leb-i şefkat
Gönderdi bu hummâlara bir bûse-i hürmet:
Elhân-ı kevâkib gibi, geşy-aver ü mühdî,
Bir savb-ı ziyâ hüznümü tadil için indi.
Sendin bu bakan çehre, bu sâkin nazar-î gam,
Rü’yâ-yi mehâsinle bu âvâre gülen fem,
Eller, bu benim şi’rimi tâhrik eden eller;
Sendin bu inen ses ki ziyâlar gibi titrer;
En sonra bu nûrun ki sarar ruhu melâle,
Benzer o kadar ağladığım, âh, o hayâle.

Artık yetişir cuşiş-i tûfân-ı hayâlin!
Ruhum o kadar oldu ki mehtâb ile mâlî,
Artık yetişir cuşiş-i tûfân-ı hayâlin!

Birlikte

“Mehmet Sait Bey’e”

Bütün bizimçündür
Nukûş-ı encüm-i vahdetle işlenen bir tül
Gibi üstünde titreyen bu semâ;
Gecenin dallarında şimdi açan
Bu kamer,
Bu altın gül…
Bütün bizimçündür
Ne varsa aşk ile bîdâr-ı ra’şe, yâ nâim,
Ne varsa âid olan leyl-i hande-me’nûse,
Sana ait lebimdeki bûse,
Lebinin sürh-ı bî-zevâli benim.

Siegfried

Harp ve zafer, kolay bir iş değildir. Dünya savaşı, bunu bütün kavgacı milletlere öğretti. Şimdi Fransız toprağı üzerinde ölüm hayaletleri gibi dolaşan binlerce siyahlar giymiş matemli kadın; adım başında rast gelinen kör, topal, kulaksız, burunsuz harp malulleri; yarım saat içinde enkaz yığınları haline gelen binalar; bilhassa mütarekeden sonra Fransız servetini küle döndüren o müthiş para buhranı, savaşın bir golf partisi kadar basit veya bir kavgacı şiirin teşbih ve istiareleri gibi parlak bir şey olmadığını, ailesine bağlı ve parasını sever Fransıza iyice öğretti. Gerçi devlere yakışan bir himmetle bütün harabeler az zamanda ayaklandırıldı. Frankın tekerlenmesi durduruldu, banka kasaları ağızlarına kadar altınla dolduruldular; fakat felaketin ne pahaya tamir edilebileceğini tecrübeyle öğrenenler, bu suretle, trajik oyuna tekrar başlamayı arzu ettirmeyen bir olgunluğa ermiş oldular. Bu savaş sonu ruh hali birçok Fransız, Alman edebiyat ve fikir adamını, karşılıklı anlaşma için bir zemin hazırlanmasını düşünmeye sevk etmiştir. Yeni Fransız edebiyatının en güzel çehrelerinden biri olan ve evvelce mensup olduğu aşırı san’at cereyanlarından makul ve yeni bir estetiğe gelen Giraudoux’nun dört beş aydan beri, aralıksız Paris’te Comedie des Champs-Elysees’de ve aynı zamanda Berlin’de oynanan Siegfried isimli nefis piyesi, bu olgunluk edebiyatının en dikkate değer örneklerinden biridir.

İLGİLİ MAKALE  Alperen Duymaz kimdir?

Piyesin ruhu şudur: Büyük bir aileye mensup bir Alman hemşiresi, savaş meydanında yaralı, çıplak, baygın bir halde bulduğu bir Fransız askerini kaldırtarak, aylarca devam eden bir anne şefkat ve ihtimamiyle onu hayata döndürür; aldığı yara tesiriyle bütün eski hatıralarından boşalan esir dimağı, Alman sistemleriyle yeniden terbiye ederek, eski Fransız askerinden taptaze, ateşli bir Alman vücuda getirir. Artık ismi Siegfried olan bu yapma Alman, yeni milletinin kaderini eline almış, onu yeni bir hayat idealinin en yüksek zirvelerine çıkarmıştır. Siegfried, şimdi bir Alman değil, Almanya’nın bütün deruni kuvvetlerini ruhunda toplayan bir Germen ırkı timsalidir.

Piyesin esası bu mucizevi değişmedir. Yazara göre bir Fransızla bir Almanı birbirinden ayıran uzviyet ayrılığı değil, sadece zihinlerde biriken hatıraların mahiyet farkıdır. Herhangi bir sebeple, bu hatıralar unutulunca, birbirinden nefret eden iki hüviyet, birbirinin yerini alabilir.

Alman filozofu Nietzsche de Giraudoux gibi düşünmüyor muydu? Bu filozofa göre milletleri birbirine düşman yapan tek kuvvet tarihtir. Geniş bir beşeri anlaşmanın meydana gelebilmesi için yapılacak ilk iş, tarih öğretiminin el birliği ile ortadan kaldırılmasıdır.

Şimdi

Boğdum, sükûn-ı kahr ile, aşk-ı muhâlimin
Vahdet-güzîn-i kalbim olan yâr-ı lâlini;
Açmış o yerde kîn-i beşer şâh-bâlini
Bekler tulû-i nahsını şems-i mezâlimin.

Kırdım meh ü nucûmunu ufk-ı leyâlimin;
Gördüm semâlarımda cünûn hilâlini;
Sildim zekâ-yı hâr u alîlîn suâlini
Nakşı-ı girift-i sîm ü zerinden hayâlimin.

Uzlet-serâ-yı samt ü gurûrumda münferid,
Yalnız sadâ-yı kalbime münkaad u mu’tekid,
Zulmetlerin kudûmunu ben şimdi isterim!

Ezvâk-ı gayz ü kîn ile mestîdedir serim;
Hûnumda zehr-i nûr- ı gurûb etmiş inhilâl,
Mezceylemiş zalâmını yeldâma infiâl.

Sürûd-ı Emel

-Yine gülerken

Güldün; şeb-i şi’rimde bütün şi’r ü emeller
Pür-hande, pür-aheng ü pür-âvâz döküldü;
Mehtâb ü ziyâ, fecr ü şafak, nûr döküldü
Reyyân-ı emel, mest-i hafâ… şûh u münevver…

Güldün; şafak-ı şi’rime altınlı ziyâlar
Bir ufk-ı ezelden gülerek şimdi saçıldı;
Güldün güzelim, rûhuma handân ü müzehher
Gül-hande-i tâbân-ı lebin şimdi saçıldı…

Güldün; gülerek, güldü bütün şi’r ü hayâlim
Güldükçe, hayâtım gülecek hep ebediyyen
Hüznüm yine senden bana, mâtem yine senden!

Her lem’a-i aşkın bana her nûra bedeldir
Her hande-i nûrun bana bir şi’r-i emeldir;
Bir şi’r-i emelsin bana ey şi’r-i hayâlim! …

Yasemin Ay

Daha pek yavru, pek küçükken ben,
Büyük annem tutardı alnımdan,
“-Bana bak, böyle güzelim! ” derdi.
Sonra yeni parlayan aya bakar,
Tasalı dudağı bir ağlama saklar,
Göğün seslenişini dinlerdi.
Ey hayatımda her doğan derdi
Bir duygusal ışığa dönüştüren,
Bu duasıydı eski bir ruhun
Sis ve karanlıkta gizli geleceğe.
Görünmeyeni saklayan gece, geleceğin sırrı,
Temiz gözünde hasta bir çocuğun
Gizli tanın ışıklarından dilek,
Bir sevecen avutma alacak,
O karanlık ve suskun yıkıntılara
Doğacak belki bir gün ışığı.
Böyle her yeni ayı seyretti,
O soluk göz ki şimdi topraktan
Seyreder başka bir yasemin ayı,
Ben ki hayal kurmanın efsanesinden
Hep hayatımda bir dilek taşıdım,
O solan temiz ve tasalı şiiri
Hep o geçmişle duymak isterdim,
Gözünün büyü dolu susuşunda.
Gel bu akşamın gümüş sessizliğinde
Bu sedeften aya karşı senin
Bir yeşil öpücük saklayan gözünün
Göreyim cennetinde geleceğimi.

Yeni Bir Şair Hakkında Birkaç Satır

Bundan on beş, on altı sene evvel, Galatasaray lisesi sıralarında henüz bir talebe iken, aruz vezninin mukassi darlığı içinde ciğerlerinin rahat teneffüs edemeyeceğini hissederek, Régnier ve Verhaeren’in Fransız nazmında yaptıkları inkılâbın tesiri altında, Türkçe şiir için, rüzgara göre dağılan, toplanan, sönen, canlanan, bir çoban ateşi tarzında, his tahavvüllerine ve ahenk zaruretlerine tâbi serbest bir vezin düşünmüş ve bunu “Yollar” ve “O belde” isimli iki manzumemde tatbik etmiştim. Halk denilen büyük denizin fırtınalarına asla çıkamamış ve daima korkak kuğular gibi, havuz genişliğinde dar bir sahada kalmış olan diğer şiirlerim gibi “Yollar” da yeni şekliyle ancak mahdud bir genç zümresi içinde merakı tahrik etmiş ve bazı şiddetli münakaşalara mevzu teşkil etmişti. Bu münakaşalar sırasında, serbest nazmımın hakikatte bir “serbest müstezat” olduğunu, nazariyatta yed-i tulâ sahibi olanlardan öğrendim.

“Yollar” ve “O belde”nin intişarından sonra serbest müstezat genç nesillere mensup bazı şairler tarafından tatbik edilmek istenildiyse de yapılan bütün tecrübeler, âhenk itibariyle, kâfi bir muvaffakiyet temin ediyor görünmemişti.

“Serbest müstezat” aynı manzumade ancak bir bahrin muhtelif evzanını kullanmak hususunda serbestî verirken, bu hususiyete dikkat etmeyen şairlere, her iki mısrada bir bahir değiştirmekle, şiirin musikisinde gayr-ı mahsüs dereveler yerine, birbirini tutmaz sesler, atlama vücuda getiriyorlardı. Esasa riayet edilmeksizin yapılan bu tecrübelerin muvaffakiyetsizliği serbest müstezatı tedrîcen unutturmuş gibiydi. Hayır! Fikir ölmemiş, toprağın karanlıklarında tohum tanesi gibi, sessiz bir hayat ile yaşamaış! Meğer, nicelerinin üzerinde topallayıp yüryemeyeceği yol, on altı sene sonra gelecek şanlı bir atlı için açılmış bir şehrâh imiş!

İsmi Nazım Hikmet olan ve daha üç sene evvel, Alemdar’ın edebi ilâvesinde:

Bir inilti duydum serviliklerde
Acaba burda da ağlayan var mı?

tarzında köhne bir romantizmin bayat hassasiyetiyle yazılar yazan bu genç, işgal senelerinin en fena bir gününde Anadolu’ya geçerek oradan da Moskova’ya tahsile gitmişti. Yeni bir âleme çarparak hurdahaş olmuş gümrah bir ruhun parça parça toplanıp yeni bir nakşa göre tekrar teşekkül ve tekevvün etmesi için lâzım gelen uzun müddet zarfında bu genç, eski tanıdığımız müz’iç sesini kesmişti. O tatsız belâgatini bize unutturmak için sükût cidden lâzımdı. İki sene sonra, yavaş yavaş kenarlarından solmağa ve aydınlanmağa başlayan bir gece gibi bu sükût, uzak, tatlı, işitilmemiş samimiyette bir musiki ile hafif hafif bozulmağa başladı. Moskova’daki gencin yeni şiirlerinden dağınık parçalar, ağızdan ağıza dolaşarak, İstanbul’a kadar geliyordu. Nihayet geçenlerde NAzım Hikmet, büyük bir denizde dalgalarla boğuşarak, uzun müddet yüzmüş bir adamın ter ü taze uzviyeti, kıpkırmızı derisi, değişmiş sesi ve çehresiyle İstanbul sahiline çıkıverdi.

Maşukasına hazin veya acıklı şeyler söylemek için, eskiden “üç telli” âşık sazı kullanan Nazım Hikmet şimdi maşukayı da, sazı da köhne eşya gibi birer tarafa fırlatarak, korkunç bir dağ tepesinde gürleyen bir bahar fırtınası halinde, şimşekle, dumanlar, ani lâcivert parıltılar içinde; eski, kendisinin kaçan gülünç hayaline karşı vahşi bir sesle bağırıyor:

Hey
Avanak!
Elinden o zırıltıyı bıraksana!
Sana
Üç telinde üç sıska bülbül öten
Üç telli saz
Yaramaz! ..

Sonra kahkahalarla gülerek üç telli sazla alay ediyor:

Hey
Hey!
Üç telli sazın
Ağacından
Deli tiryakilere
İçi
Afyon lüleli
Çubuk yaptılar…

Tek başlı, koyun gözlü şehvânî ve haris eski sevgiliyi boyalı mukavvadan bir surat gibi çöp sepetine atan Nazım Hikmet’in yeni maşukası “halk” dediğimiz, her kımıldanışta bir dünya yıkıp bir dünya yapan, milyon başlı, milyon gözlü, milyon ağızlı muhteşem bir canavardır. Halbuki:

Üç telli saz
Milyonlarla ağzı
Bir tek ağızla
Güldüremez.

Nazım Hikmet’in yeni aşka lâyık olmak isteyen şiiri: “Dağlar gibi dalgalarla dalgalanan” vahşi bir orkestradır ki, harekete geldiği zaman sanılır ki:

Yatağını değiştirmek isteyen
Nehirler
Taşıyor
Ağır sesli çekiçler
Sağır
Örslerin kulağına
Haykırıyor

Sabanlar gülüşüyor
Tarlalara
Tarlalara…

Müthiş bir fırının ateşlerinde eritilmiş muzaffer top tunçlarından, kılıç, kalkan çeliklerinden, taç altınlarından dökülmüşe benzeyen ve harp ve ihtilal velveleriyle, ürkmüş insan kalabalığı sayhalarıyla derin derin uğuldayan bu “meydan şiiri” için eski âşıkların vezni bir “zırıltı” değildir de nedir? Nazım Hikmet, dev elleriyle eski musiki kutusunu sarp kayalara çarpıp parçalayarak yeni nazmının, havaya gürültülü ateşten fıskıyeler gibi fışkıran, korkunç ve tatlı musikisini vücuda getirmiştir.

“Bahr” taksimatından dolayı serbestçe istimali nisbeten müşkil olan aruz veznini maksadına kâfi bulmayan NAzım Hikmet, serbest nazım fikrini, hece vezninde, neşv ü nemâ ettirmiştir. Heceli serbest nazım benim on altı sene evvel düşündüğüm serbest aruz veznine nisbetle ez-her-cihet müreccahtır ve ona kıyasen büyük bir terakki adımı teşkil eder. Aruz vezninin faziletleri ne olursa olsun, duvarları rengârenk çinilerle kaplanmış bir veli veya sultan türbesi gibi, asilâne ziynetlerine rağmen, ölüm ve uhreviyetin haşyet ve kasvetiyle doludur. Bu veznin ziyası renkli camlardan sürüp gelen bir ziyadır; dışarının güneşli aydınlığına asla benzemiyor.

Nazım Hikmet’in serbest hece vezni tarla, kır, dağ yeşilliği, sema maviliği ve güneş ziyası içinde neşeli bir panayır musikisini andırıyor. Müheykel uzviyeti, bir yaz seması üzerine dolaşan beyaz bulutların zemini üzerinde teressüm etmiş bu genç, hava ve ziyada yeni bir hayalin ulvî hendesesini inşa etmekle meşgul bâkir bir insaniyetle konuşuyor. Harabelere tünemiş baykuşlar, fırtınalar semalarından gelen bu şhainin vahşi ıslıklarını anlamazsa bunda şaşacak ne var?

Bir Ağaç Karşısında

Soğuk bir kış günü, karanfil almak için çiçekçi dükkânına girdim. Tatlı bir yaz hararetiyle ısıttırılan bi yerin havası, nibâti usarelerin hafif, sert ve yeşil buğulariyle dolu idi. İstediğim çiçeklerin destelenmesine kadar, bana gösterilen sandalyede oturdum. Mes`ut bir insanın hayâl evi gibi, iklim, mevsim, yer ve zaman dışında meyl ve hevesin arzu edebileceği her türlü renkte otlar, yapraklar ve çiçeklerle dolu olan bu âdeta sihirli dükkânda sessiz bir hayat ile nefes aldığı hissedilen karanlık yapraklı, bodur bir hurma ağacından başka hiç bir şeyle meşgul olmadım. Hayâlim, sanki âciz bir sinekti ve nebatî örümcek onu birden ağlarında avlamıştı. Hareketsiz duran haşin ağaca baktım ve düşündüm: Bir limonlukta hapsedildiği için, uzaklarda kalan diğer hemcinsleri gibi, öğle güneşlerinde sıcak toprağa gölge salamayan, yağmurlarda ıslanamayan, fırtınalarda sarsılmayan, semayı, yıldızları, ayı görmeye görmeye unutan şu ağaç, bulunduğu köşede acaba mes`ut muydu? En hakîr ottan, en muhteşem çınara kadar her nebatın muhtaç olduğu hava ve ışıktan, kuş ve böcek ziyaretinden mahrum olarak, bu ağacın soba harareti ve insan nefesiyle yaşamaktan mes`ut olabileceğine hükmetmek için kendimce makul bir sebep bulamadım.
Nebatların zekâsı hakkında büyük Maeterlinck`in anlattığı akıllara hayret verici müşahedelerden sonra, bir ağacı mes`ut veya muztarip tasavvur etmekte hiç bir garabet kalmıyor. Varlıkların sükûtuna aldanmamalı! Muztaripler yalnız ‘‘muztaribim’’ diye bağırabilenler değildir. Bilinmez niçin, acıya hayat katan kudret, insandan başka hiç bir mahlûka acının sırrını açıklamak imkânı vermemiştir. Her mahlûk, hayatın kanlı yollarında, boynuna geçirilen ve sesini boğan bir ağır ‘‘sükût’’ zincirini sürükleyip yürüyor. Hiç bir beygir, hiç bir arı, hiç bir sinek, başının ağrıdığını veya midesinin bulandığını bize söyleyememiştir. Fakat bu cinsten bir ıztırabın gözü, başı, ağzı olan bir mahlûka yabancı olabileceğini sanmak ne merhametsizliktir. Rüzgârlı, karanlık gecede, bahçenin ağaçları, vahşi gürültülerle hışırdıyor; bu ağaçların niceleri kırılan bir dalın yarasiyle kanıyor, niceleri gizli bir böceğin zehiriyle için için ölüyor, niceleri can çekişmekte, niceleri anlaşılmaz acıların kıskacına yakalanmış, kıvranmaktadır. Fakat bunu hiç kimse bilmiyor, çünkü rüzgârlı, karanlık gecede hepsi aynı gürültü ile sallanıp hışırdıyor. Çöllerin serbest bir ağacı iken, ırsîbir terbiye ile, yavaş yavaş ateş kenarında yaşamaya mahkûm uyuşuk bir kedi zilletine indirilmiş, bu şimdi çiçeksiz, meyvesiz, aşksız ağacın her dokusu, duyulmak için ağız ve sesten başka bir şey istemeyen bin karanlık feryat ile dolu olduğunu pek muhtemel gördüm.
Dar saksıya gömülen kısa kütükten çelik süngüler gibi fışkıran yapraklar, korkunç bir ıztırap ile gerilmiş büyük bir elin bana doğru uzanan sert parmakları gibi göründü ve demir kafes arkasında yatan hasta arslanın sıtmalı, büyük, sarı gözlerini andıran nebatî gözlerle, mahbus ağacın bana bakmakta olduğunu, tüylerim ürpererek düşündüm.

Gurebâhâne-i Laklakan

Çıktığın Geceler

Ba’zan sarı bir çehre-i ru’yâ gibi hissiz.
Tenhâ bir ufuktan görünürsün bize sessiz…

Çehrenden akan hüzn-i ziyâ, hüzn-i müebbed.
Her rûha döker giryeli bir hasret ü gurbet,
Bir hasret ü gurbet ki bütün geçmişe âid:

Günlerle ölen hâtıralar… her şeyi râkid.
Her bir şeyi pür hande yapan mâzî-yi mes’ûd…
Bir lâhza sevilmiş, unutulmuş, keder-âlûd,
Ru’yâlı kadın gözleri… âsûde semâlar:
Sislerde solan gizli ziyâlar gibi muğber,
Akşam dökülen reng-i tahayyül gibi meşkûk,
Sîmâ-yı sükûtunda yüzer mübhem ü metruk…
Göklerde ilerler yine âheste cebînin,
Eşkâli dağılmış uyur altında zeminin
Bir gölge rükûduyle hayât-i ezelisi.
Nurundan akar yerlere bir sâye-i hissî…

Her şey dağılır ince dumanlar gibi bi-renk,
Yalnız bir ağaçtan duyulan bir küçük âhenk,
Leylin bu sükûtunda hafî ye’sini saklar:
Bir bülbül-i âvâre melâl-i şebe ağlar…

Sihrin o kadar nafiz olur fikr ü hayâle,
Her şey değişir titreyerek hüsn-i muhale.
Bir mestî-yi hülyâ vü ziyâ gözleri sisler.
Artık bütün eşya bize ru’yâlara benzer:
Gök sihr-i serabınla olur çöl gibi mûhiş,

Nûrunla eder -şûbhe-i eb’âda boğulmuş-
Bir belde-i ru’yâ vû sükût ufka tecellî,
Ezhârı ziyâ, arzı bulut, bâdı tesellî.
Dâmânına bir nehr-i hayâlî uzatır leb,
Üstünde uyur gölgeli bir gaşy-ı mükevkeb;
Pûşîde, soluk, ince, ziyâ-kalb kadınlar,
Nehrin uzanan sâhil-i ru’yasını dinler.
Pûşîde kadınlar, bu kamer gözlü kadınlar,
Hep hâtıralardır ki geçen günlere inler.
Hep hâtıralardır ki ziyan ufku sararken,
Sessizce gelir hepsi gezer rûhumu birden…

Ey Nisviyyet…şiir Nedir? …

Bu bir hayâl idi evvelce, fikr-i hâtiimin,
Firâz-ı ufk-ı serabında dâimâ uçuşur:
O handedir, o tebessüm, o nağmedir ki şiir,
Uçar bahâr-ı ezelden… nüvîdidir ebedin.

Bütün o aşk ü melâlimle ben semâlardan,
Ararken, âh ararken o nazra-i ebedi;
Bugün figaan ile hep anladım, hatâlarımı,
Huzûr-ı ânına geldim, sûal için senden:

-Şiir nedir? …O güzellik değil midir ki, bütün
Safâyihinde uçar, hep bedialar, meh-tâb;
Meâl-i rûhu semâ nûr fecridir ve şebâb…

Evet, o rûh-ı safânın budur o ma’nâsı!
Fakat neden bilmem, hilkatın o eczası
Nigâh-ı nâfiz-i şi’rinle hep söner küskün…

Ölmek

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye’s âşinâ-yı hüsrâna…

Titrek
Parıltılarla yanan mesâ-yı mezbaha-renk
Dağılırken suhûr-ı üryâna,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye’s âşinâ-yı hüsrâna…

Kanlı bir gömlek
Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O dem ki refref-i hestîye samt olur ka’im
Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde
Sürüklenir sular âfâka şu’le hâlinde
O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümide adem
Bir derin sesle “haydi” der uçurum,
O dem,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden
Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.

Kuğular

Suda yorgun, muzî tecelliler
Ediyor bir takarrübü ifşâ:

Kuğular, leyl içinde, sîne-küşâ
Geliyor, gözlerinde mestîler;
Sanki mahmul-ihande keştîler
Ki olunmuş nücûmdan inşâ…